Selamlar herkese ben Gamzeli Kız. Kelime Oyunu'nun 51. yazısından bildiriyorum. Bu haftanın kelimelerini gerçekten de çok beğendim. Ve bir önceki yazıya yaptığınız güzel yorumlar ile de bu yazıda daha cesaretlendim. Yorumlarınız için yeniden çok çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız!
Kısacası şunları söyleyeyim, eğleniyorum, yazmaya çalışıyorum ve kendimi de geliştirmeye çalışıyorum. Bir şeyler çıkıyor sonra ortaya. Bu haftanın kelimeleri için DeepTone'un ve İlkay'ın yazısını gördüm şu an sadece, onları da aşağıya bırakayım. Bakarsınız belki, ikisi de çok iyi. İşinde başarılı insanlar 😅 Bu arada acaba geç mi kaldım diye de düşünüyorum, yeni haftaya girdik ya. Ne zaman son olduğunu bilemedim bilgilendirirsiniz artık 😂
Haftanın kelimeleri: Göktaşı/Ağaç/Dağ/Mor/Canlı
(Deep bunlar çok iyi!) Kelimeleri kalın yazmış olacağım, belli olması adına.
RUŞE EVRENİ
Zaman kavramının büsbütün silinip kaybolduğu, herhangi bir canlının oksijen solumadığı ıssız, sessiz ve buz gibi soğuk bir ortamın içerisindeydim. Ortam diye adlandırdığım yerin henüz neresi olduğunu da anlamış değildim. Kim olduğumun kimse farkında değil. Ben bile kim olduğumu bilmiyorum. Kendimi göremiyorum ama o vücudun içindeyim. Tuhaf duygular kaplamıştı içimi. Hiçbir uzvumu hissetmiyor oluşum ruh oluşumun göstergesiydi belki de. Ama hayır! her şey bu kadar basit olamazdı. Ben... Ben ölü olamazdım.
...
Tek bir tık sesi dahi yok. Nefes alışverişlerinin yankılanabileceği kadar derin bir sessizlik var. Ben de varım ama aynı zamanda da yok gibiyim. Bir tür kabus olabilir bu, ya da aklın hayalin alamayacağı bir tür paradoks. Şunu bildiğimi itiraf etmeliyim ki ben neler olduğunu bir türlü anlayamıyorum.
Göz kapaklarım sanki ağır bir kum torbasına yenik düşmüş gibi ağırca istemlerim dışında kapanıyor. Siyah ve iri göz bebeklerim karanlığa hapsoluyor ve bir esarete rehin kalıyor. İnce uzun parmaklarım derin soğuğun etkisi altında rengi solmuş vaziyette kendini bırakıyor yere doğru. Geniş omuzlarım ve dik omurgam kendini yaslayabilecek bir zemin buluveriyor bir anda. Küçük, sert ve keskin nesneler sırt etime batıp çıkıyor ve orada anlık bir acıya sebep oluyor. Kahverengi kısa saçlarım zemine doğru rasgele yayılırken balçık gibi bir ıslaklığa batıyor. Saçlarımı temizlemek istiyorum ama elimi bile düşünemiyorum, onu hareket ettirmekten öte.
Neler dönüyor gibi bir soru dolaşıyor zihnimin geniş yelpazesinde. Güneş henüz yeni yeni gökle buluşurken kapıyı çekip çıktığım evi hatırlıyorum. Üzerimde toz pembe kısa bir şişme mont, ayağımda bağcıklı ve parlak botlarım, içime de kat kat giyindiğim kışlık giysilerim ile son vedamı anımsıyorum. Sonra yürüdüğüm her bir kaldırım, geçtiğim her bir sokak ve dinlendiğim her bir bank geçiyor şerit gibi gözlerimin önünden. Bir film perdesi gibi izliyorum son hatırladıklarımı. Fakat sonuca asla varamıyorum. Nereye geldiğimi ya da nasıl geldiğimi bulamıyorum.
Zihnim hala yaşasa da vücudum kendini dünyaya karşı kapatmış durumda. Dışı hissedemiyorum ama içimde hala bir kıpırtılar var. Saniyeler, dakikalar akıp gidiyor ama ben bilemiyorum. Sayamıyorum da. Sanki bu dünyadan soyutlanmış gibiyim. Uzun bir ölüm uykusuna yatar gibi her şey duraksıyor ve içimde konuştuğum sesler susuyor...
Bir an oluyor ki ellerim kaskatı kesilmiş bir buz parçasından erir gibi ısınıyor ve hafif tombulluğuna dönüyor. Ben uyanıyorum galiba ama neye? Parmaklarımın kıpırdayabildiğini hissediyorum. Artık hissedebiliyor oluşum beni şaşırtıyor. Beni şaşırtan şey bunla da kalmıyor. Sırtım, omuzlarım, kollarım, bacaklarım, yüzümdeki her bir organ hareket eder gibi oynuyor. Onlar da ısınıyor. Solan ten rengim tekrar buğday rengine dönüyor. Çok değer verdiğim küt saçlarım kupkuru bir hal alıyor. Göz kapaklarımın uzun süre kapalı kalmasından oluşan çapakların yavaş yavaş ayrılması ile gözlerimi açabiliyorum. Bir Canlıyım artık. Tekrar yaşıyorum ve bunun farkındayım. Az önce öldüm mü yoksa bir kabus mu görüyordum? bunlar geçmişte kalıyor benim için. Artık yaşamanın verdiği bir mutluluk içindeyim.
Vücudum diriliğe kavuşunca göz bebeklerim etrafı tarıyor. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Üzerinde yattığım alçak ve kalın battaniyeler ile örtülü bir yatak, yerde küçük bir masa ile birkaç eşya ve duvar zannettiğim köşeler de de heykeller olduğunu görüyorum. Yavaşça ellerimden destek alarak yattığım yerde sırtımı doğrulttum. Henüz yeni kendime geldiğim için gözlerimi çok fazla açamıyordum. Başımda zonkluyor gibiydi. Dışarıdan sızan aydınlık uzun süre karanlıkta kaldığım için gözlerime vuruyordu. Elimi gözlerime siper ederek aydınlığı kestiğimde bulunduğum yerin kapısı olarak yapılan bir örtü kenara doğru çekildi. O an bir çadırın içinde olduğumu anlamış oldum. açılan yerden içeriye giren varlık sızan aydınlıktan daha parlak bir etki yapınca gözlerimi yumup kafamı çevirdim. Parlaklık azalınca tekrar kafamı çevirdim ve o an ağzım açık kaldı. Şaşkınlığımdan nutkum tutulmuştu.
İçeriye giren varlığın yüksek ihtimalle bir insan olacağını varsaymış olsam da insan değildi. Ya bir hayvan? asla olamazdı. İnanamadığım bir tür varlıktı bu. Büyüklüğü ve rengi ile adım adım yaklaşmaya başladı. Tüm endamı ile tüm vücudunu rahatlıkla görebildiğimde, mor renkli kendinden büyük çift kanatları; yerlere kadar uzanan, nizami ölçülerle kesilmiş gibi duran sakal tüyleri ve vücut tüylerinin arasına serpiştirilen sarı parlaklıklar onu görmüş oldum. Bu bir tür aslana benziyordu ama değildi. Omuzlarından yukarı doğru siyah ve kalın boynuzları vardı.
Gördüklerim karşısında bir hayalin içinde bulunduğumu zannederek sesli düşündüm:
"Bir rüyanın içinde miyim?... Öldüm mü yoksa?" endişe ile bu soruyu kendim işittiğimde panik içinde kaldım. Gerçek olma ihtimali ne kadar olabilirdi? Ölmüş olsam şu an bu anı hissedebilir miydim ki? Aklımda bulanan düşünceler içimi kemirirken stres ile ellerimi saçlarımın arasına geçirdim.
"Yaşıyorsun. Sadece bir süre bedenini dondurmamız gerekti."
Duyduğum yüksek tondaki ve sert ses ile önce olduğum yerde irkildim. Arkama doğru gerilerken ona doğru döndüm. Yüzünde bir tebessüm oluştuğunu görünce bir hayvanın daha doğrusu bir yaratık diyebilirim, böyle konuşması fazla tuhaftı.
"Sen nasıl bir yaratıksın böyle!?" diye sordum endişeli sesimle.
" Ruşe Evrenine hoş geldin Mira. Ben Ruşe'nin kralıyım."
"Kral mı? Ne kralı? Neredeyim ben, nasıl getirdiniz beni buraya?"
Korku dolu bir an içindeydim. Art arda gelen sorularım karşısında yüzündeki ifade hiç değişmemişti. Şu an karşımda bir aslanın durduğuna inanamıyordum. Hayır, aslan değil. Ruşe kralıymış.
"Burası Ruşe Evreni. Asırlar önce atalarımızın temelini attığı sihirli bir evrenin içindesin. Buraya tek bir insaoğlu dahi giremez. Burayı bizler dışında hiç kimsenin bilme imkanı da yoktur. İlk bakışta buranın sadece bir orman olduğunu düşünebilirsin. Ama bu bir yanılgıdır. Burada hayatın boyunca göremeyeceğin kelimeleri duyabilir, yaratıkları görebilir ve yaşayamayacağın olaylar ile karşılaşabilirsin."
Anlattıklarını merak içinde dikkatle dinledim. Söyledikleri bile hayatımda hiç duymadığım şeylerdi.
"Benimle gel." diyerek bana patisini uzattı. Üzerime örtülü olan battaniyenin içinden çıkarak titreyen elimi ona uzattım. Elim patisinin üzerine değdiğinde içimde bir kıpırdanma oluştu. Çok başka bir histi bu. Yumuşacık tüyleri elimi huylandırıyordu. Biraz ileride yürüyerek çadırdan çıktı, ben de arkasından çıktığımda gözlerimi parlak bir aydınlık vurdu.
Geniş yeşil çimenlerin üzerinde birbirinden farklı canlılar geziniyordu. Hazırlanan küçük inlerde bu canlıların konakladığı ve belli yerlerde de çalıştığı görülüyordu. Ucu bucağı olmayan genişlikteki bir meydandı. Alçak bir dağı çevreleyen düz ve uzun yolların üzerinde yürüdük. Bulunduğum çadır tüm meydanının en yüksek yerinde yer alıyordu. Ve dışarıdan görüldüğü ile çok da büyüktü. Hava mavinin çok farklı bir tonundaydı. bu tonu başka hiçbir yerde görebileceğimi zannetmiyordum. Parlak ve ışıltılı bir gökyüzü örtüyordu evreni. İçerisindeki her bir ayrıntının büyülü eller ile 100 asır önce bezendiği bambaşka bir alemdi burası. Normal diye bir sözcük burada geçemezdi sanırım. Hayallerin çok ucunda kalırdı burası. Çadırın bulunduğu dağdan inip düz bir yolda diğer canlıların arasında yürümeye başladık.
Toprak zeminlerin belli aralıklarında düşen Göktaşlarının üzerine bir tür büyüler yapılıyordu. Değişik tondaki parlak renkler havada süzülürken taşlar kıpırdanıyor gibiydi. Hayretle açılan gözlerim ile bir süre onları izlemeye daldım. Sanırım Göktaşlarını canlandırıp farklı bir tür yaratıklara dönüştürüyorlardı. Az önce çadırda beni ziyaret edip kendisini takip ettiren o varlık yani kendini tanıttığı üzere Ruşe Kralı'nın sesi ile irkildim. Ve ona doğru döndüm. Benim yanımda durmuş benimle birlikte izlemeye başlamıştı. bir süre geçtikten sonra birden konuştu. Sesinin kalınlığı her defasında beni biraz korkutuyordu.
"Onlar Benja'lar." Kaşlarımı çattım söylediklerine anlam veremeyerek.
"Benja mı?"
"Evet. Ruşe'nin değerli büyücüleri tarafından canlandırılan varlıklar." anlamış gibi başımı hafifçe salladım.
Taşlara yaptıkları büyüleri izlerken "Ne yapıyorlar o taşlara?" diye sordum. Yeniden onları geçerek yürümeye başlamıştık. Sorduğum soruyu duyarak kafasının çevirmeden bana kısa bir bakış attı. Kısa bir gülümseme gösterdiğini gördüm. Gözlerini tekrar önüne çevirirken hala yürümeye devam ediyorduk. O ileride ben de onun peşinde.
"Gökyüzünden düşen göktaşlarını büyü ile canlandırıp yeni canlılara dönüştürüyorlar. Onlar da diğerleri gibi zamanla konuşup, yürüyecek. Hatta gerektiğinde savaşmaya hazır hale gelecek. Onlar Ruşe'nin yeni askerleri olacak. Ön görülemez bir savaşta en ön safta savaşanlar..."
"İnanılmaz!" dedim heyecanla, duyduklarımın etkisinde kalarak. Gördüğüm her şey üzerimde şaşkınlığa neden oluyordu.
Yürürken yanımızdan geçen birkaç Benja ile karşılaştım. onlar geçip giderken benim gözlerim onların üzerinde takılı kalıyordu. Hayretler içinde az önce cansız bir taştan ibaret olduklarını şimdi ise yürüyüp gittiklerini düşünüyordum. Onlar da artık bir canlıydı. Hem de bir taş değil bambaşka bir bedene bürünmüş olarak.
Nereye yürüdüğümüzü düşünmeyi bile unutmuştum gördüklerimin etkisinde kalmaktan. Önüme döndüğümde metrelerce uzun bir dağın karşımızda durduğunu gördüm.
Gökyüzün yıldızlarını gölgeleyen, endamı ile göz bebeklerini büyüten kumral bir dağın üzerine önce bir gölge düştü. Karanlık bir silüet ağır ağır yaklaştı. Bir insanın uzuvlarını andırmıyor, garip şekiller gibi görünüyordu. Yaratık gelip gelmediği bir merak uyandırıyordu içimde.
"Ruşe Kraliçesi Ramira geliyor!" sesleri yükselmeye başladı bir anda. Hızla yanımdaki krala döndüm. Gururlu bakışları ile dağın en tepesine bakarken arada bana dönüp kafasını hafifçe eğdi. Etrafımda oluşan kalabalık ve izdiham dikkatimi çekti. Herkes koşar adımlarla burada bitmiş ve dört gözle kraliçeyi bekliyorlardı.
Kraliçe dağın en ucunda halkına görününce birkaç dakika kadar orada durup meydanı izledi. Endamlı kanatlarını havaya doğru açıp süzülerek dağın tepesinden onu bekleyen halkın arasına indi. Yaklaşık bir metre kadar ilerimizde inip morun açık tonundaki kanatlarını katlayıp doğruldu. Bana baktığını hissettim.
Kral bana doğru yaklaşarak "Kraliçem" dedi. Kraliçe bize yaklaşarak gülümsedi ve eliyle köşedeki bir çadırı işaret etti. Peşinden çadıra girince kral ve kraliçenin tahtalarını gördüm ve ağzım açık kaldı. Bana da gösterdikleri bir koltuğa oturmamı söylediler. Geniş ve krem tonundaki parlak bir koltuğa oturdum. Fazla rahattı.
"Ruşe'ye hoş geldin sevgili Mira." dedi kraliçe hoş ve tatlı sesi ile. "Buraya hangi rüzgar attı seni." bu soruya şaşırmıştım çünkü cevabını ben bile bilmiyordum.
"Bu soruya verebileceğim bildiğim bir cevap yok maalesef. Ben de sizin bildiğinizi umuyordum."
Kral, kraliçeye dönerek bir süre yüzüne baktı. Gözleriyle anlaşıyor gibiydiler. Sonra bana açıklama yapmak için bana döndü.
"Buraya geliş sebebini bizde bilemiyoruz. Normalde bu evrene girilen herhangi bir kapı yoktur. Fakat seni ağaçların arasında baygın bir şekilde bulduklarını söyleyince biz de bunun üzerine konuştuk. Sevgili Kraliçem, adalar arası kısa bir gezinti yaptı. Yıllar önce yok edildiği zannedilen bir yırtık olduğunu fark ettik. Bu yırtığın içine düşerek buraya geldiğini düşünüyoruz."
Uzun süre boyunca buraya gelişim hakkında konuştuk. Tahminlerini bana anlatırken onlara tüm hissettiklerimden ve en son hatırladıklarımdan bahsettim. Ruşe hakkında daha fazla bilgiye ulaşmış oldum.
Bir anda çadırın kapısı hızla açıldı ve endişeli gözlerle bize bakan bir Benja ile karşılaştık. Kral yerinden kalktı ve ona doğru yürüdü. Gözlerinde bir korku ve telaş vardı. Yerimden kalkarak önce onlara sonra da doğrulan kraliçeye baktım. Gözleriyle sakin olmamı dercesine baktı.
"Onlar geliyor! İnsanın buradan gitmesi gerek!" diye fısıldadığını duydum Benja'nın, krala doğru.
Kral kafasını sallayınca Benja dışarı çıkıp koşarak meydana ilerledi. Kraliçe elini uzatarak ilerlememi işaret etti. Kral önden çıkınca meydan da bir kalabalık oluştuğunu gördüm. Benjalar en önde Klaris denilen devasa kuşlar da en köşelerde ve dağların tepelerinde yer almıştı. Diğer tüm varlıklar -Alıklar, Miaslar, Esminler...- da meydanda sıralanmıştı. Ben tüm varlıkları incelerken Kraliçe ve kral arasında bir bakışma yaşandı. Kraliçe Ramira başını eğip bana döndü.
"Mira, derhal buradan gitmen gerek."
"Nasıl? Nasıl gideceğim ki? Daha nasıl geldiğimi bile bilmiyorum!"
"Girdiğin yırtık, seni bulacak merak etme. Sadece dediğimizi yap. Tekrar görüşeceğiz."
Beni dağların en arkasına bir ormanın girişine kadar getirdiler. Burada meydanı az da olsa görebiliyordum. Karanlık yaratıkların ilerlediğini ve Ruşe'ye girdiğini gördüm. Yüksek sesler kulaklarımı çınlatıyordu, gördüğüm yaratıklar ise içime büyük bir korku salıyordu. Kraliçe Ramira bana dönerek gözlerime derince baktı, yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu.
"Sevgili Mira yeniden görüşmeyi umuyorum. Kendine iyi bak"
"Siz de kendinize iyi bakın Kraliçem."
Kraliçe yanında duran ve meydanı gözlerini kısarak izleyen krala işaret verdi. O an kral tüm evrende yükselen bir ses ile kükredi. Ben geriye doğru sendeleyip ellerimi siper ederken meydanda bir sessizlik ve durgunluk oluştuğunu gördüm. Kral sustuğu an meydan daha da hiddetlendi ve savaş sesleri yükseldi. Kral:
"Koş! Arkana bakmadan koşabildiğin kadar koş! Sakın arkana bakma!" dediğinde arkama bakmadan ağaçların arasında koşmaya başladım. Ne yapacağımı kraliçe Ramira anlatmıştı. Kraldan işaret aldığımda koşabildiğim kadar koşmamı söylemişti. Ne olacağını bilmesem de dediğini yaptım. soluksuz duraksamadan koştum. Arada bir arkama baktığımda meydanı kara bulutların sardığını gördüm.
Adımlarımın birbirine dolaşmasını bile umursamadan son süratle koşmaya devam ediyorum. Etrafıma hiç bakmadan sadece kaçmak amacı ile koşuyorum. Önüme bakmadığım... Sert bir nesne ile duraksıyorum. Kafamı çaptığımda geriye sendeleyip kan akan başımı tutuyorum. Gözlerimi açınca bunun ağaç olduğunu fark ettim. Sinirle iki kez sertçe ağacın gövdesine vurduğumda elim üçüncü kez gittiğinde bir boşluğa çekildi. Elimin boşluğa çekilmesi ile dengemi kaybederek öne doğru düştüm.
Gözlerimi tekrar açtığımda karşımda binalar yer alıyordu. Neler olduğunu ve olanların ne kadar sürede gerçekleştiğini bile anlamadan kendimi tekrar şehrin içinde bulmuştum. Dizlerimin üzeri çamurlar ile kaplıydı. Ellerim ise çizikler ile dolu ve kirliydi. Arabaların vızır vızır geçtiği bir caddeye açılan sokak arasındaydım. Şok içinde kaldım. Etrafıma baktım boş gözlerle. Ve bir an bir ses duydum.
"Ruşe seni bekliyor olacak."
Hızla başımı çevirdim ve sesin geldiği yeri anlamaya koyuldum. Bir silüet sokağın karanlığında ilerleyerek kayboldu. Bir daha o evrene girebilme ihtimalim olabilir miydi yoksa?
*
Biraz uzun olmuş olabilir. Aslında daha çok yazma isteği geldi ama bu kadar ile bitireyim dedim. Yazması çok keyifliydi. Kendimi Mira'nın yerinde hissedince ben bile gördüklerime inanamadım. Tabii bunu ne kadar yansıtabildim onu bilemiyorum. Biraz eksik gibi oldu. Düşüncelerinizi merakla yorumlara bekliyorum. Eleştirilerinize açığım. 😄 Kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın.
İlkay'ın yazısı: https://fairytaleess.blogspot.com/2021/11/dongu-kelime-oyunu-51.html
DeepTone'un yazısı: https://sadevederin.blogspot.com/2021/11/kelime-oyunu-51.html